12-18 Mayıs 2018 / HOLLANDA
Utrecht - Amsterdam - Weesp - Zaandam (Zaanse Schans) - Rotterdam
13 Mayıs 2018; Utrecht, Kasteel de Haar. Gıpta edilesi mutluluğun imzaya dökülme tarihi ve yerinin belirlenmesiyle birlikte Türkiye’nin ve dünyanın farklı noktalarından bir türlü tam tekmil bir araya gelemeyen biz “beşi bir yerde”leri sardı bir heyecan.
Dikkatinizi çekerim altıncımız ve bu başlık altındaki baş karakterimiz “Ayşegül Evleniyor”un isim annesi bize bu haberi duyurduğu andan, balayına gitmek üzere dans pistini terk ettiği ana dek “cool”luğundan asla ödün vermediği için “beşi bir yerdeler” grubumuza dahil etmedim, yoksa yanlış anlaşılmasın. “Kale Düğünü” konsepti bizim millet için haliyle pek alışılmış bir durum değil, o nedenle üzerine bir dizi gırgır şamata döndü haliyle, dönmez mi! Ama kale de kale hani. 14. yüzyıla dayanan geçmişi ve 55 hektarlık genişliğiyle (önceden araştırmaya fırsat bulunamayıp sonradan edinilmiş bilgiler) büyülemedi diyen taş olur taş! Tamam, yağmurdan ve soğuktan çimlerinde bir Teletabi ortamı yaşayamamış olabiliriz ama ne olmuş yani? Sevdiğimiz canımız arkadaşımızın bu özel gününde bir araya toplanmakla kalmadık, yüzlerimizde sonradan bakıp özlemle iç çekmelik gülümsemeler bırakacak fotoğraflarımızı da çekinmeyi ihmal etmedik.
kasteeldehaar.nl |
Bu kahvaltıyı ertesi gün bir Hollanda mutfağından çıkma yerel bir kahvaltı izler. Yerel Hollanda kahvaltısı bizden sorulur, değil mi, Sed? Sohbetler edilir, bir sonraki buluşma için planlar yapılır ve bir kısmımız gerçek hayata, işine gücüne dönmek üzere Türkiye ve Londra’ya; üçümüz ise Amsterdam’dan 15 dk tren mesafesi ve şehrin turistik keşmekeşine dağlar kadar uzaklıktaki minik, sevimli, huzur kasabamız Weesp’e doğru yola koyulur.
Gelmişken Japon, Etiyopya ve - sosuyla ucundan - Endonezya mutfağına dokunmayı ihmal etmedik. Ailemin ve arkadaşlarımın malumu olduğu üzere kalıpların dışında birçok şeyi keyifle yeme potansiyeline sahip biri olarak denediklerimizin hepsi beni mutlu etmiş olsa da en güzellerinden biri olan The Seafood Bar’da üçümüzün de farklı lezzetlerden tattığı balık ve deniz ürünlerinin güzelliği ve tazeliği daha oturmadan bile masalardan gelen mis kokulardan belliydi.
Dimağa yer edenler arasında ilk sırada.
Ardından Sed’in kahvaltı için referans olup rehberlik ettiği The Pancake Bakery de üst sıralarda. Tatlısıyla, tuzlusuyla deneyin efenim, pişman olmazsınız. Etiyopya mutfağını denemek için o an bulunduğumuz noktaya en yakın olan Walia Ibex’e oturduk. Ne kötü ne de muhteşem diyebileceğim bir deneyim oldu.
Özellikle Etiyopya’ya özgü hamurumsu lavaşımsı ekmekleri “Ingera” güzel; bu ekmek hem çatal kaşığınız hem de kümeler halinde gelen baharatlı, ekşili yiyecekleri bohçaladığınız yemeğin bir parçası. Japon mutfağı içinse bir başka yeme durağı noktası Sumo oldu. Yemek deyince ayrıntılara girmek yazarken bile çok keyifli ama burada nokta koymak hepimiz için en hayırlısı olacak sanki.
Hayır efendim, sadece yemedik tabii ki. Yediğimizden çok erittik. Günde yirmi kilometre yol katetmiş üç çift ayaktan bahsediyorum, evet. Bu ayaklar sadece Amsterdam’ın ara sokaklarında ve kanal boylarında yürümedi. Yel değirmenleri, peyniri ve müzesinin de bulunduğu tahta ayakkabılarıyla ünlü Zaandam şehrinin sert rüzgârlı ve sevimli kasabası Zaanse Schans’ın tren istasyonundan kasabanın içine doğru birkaç adım ilerledikten sonra mutfaktan buram buram yükselen çikolatalı kurabiye kokusunu sokaklarda duymaya başlıyorsunuz. Neden mi? Çünkü kasaba girişinde bir kakao fabrikası var. Yel değirmenlerine yaklaştıkça sokaklar yerini açılır kapanır bir köprü yola ve ardından çocukluğumuzun bonus kafa ressamı Bob Ross amcanın tablolarından hallice bir manzaraya bırakıyor. Sonra gelsin yel değirmenleri, gitsin rüzgârlar. Gitseydi ya, gitmedi bir türlü; tabii adamlar yel değirmenlerini oraya boşuna dikmemişler. Hâlâ değirmenlere girip gezmek mümkün. İçlerinde ve civardaki küçük kulübelerde satış yapan hediyelikçilerin elde ettikleri kazançla bakımları yapılıyor, turizme katkı sağlanıyor. Turist amca ve teyzelerimiz turizmi daha çok peyniriyle, tahta pabucuyla ayakta tutarlarken gençlerin yolu daha çok Amsterdam’ın “highway”inden geçiyor. Anladınız siz onu. Biz mi? Biz her yerde :) Etinden, sütünden, kekinden faydalanırken ayırt etmeksizin. Bunların bazılarından daha cömert faydalanmak, eli korkak alıştırmamak gerektiği de de kayıtlara not düşüldü.
Sonra mesela kahvaltı yapmak için Rotterdam’a gitmişliğimiz var! Şaka bir yana Amsterdam’a gitmişken zaman da varken Rotterdam’a gitmemezlik olmazdı. Erasmus’un memleketinde köprüsünü görüp özçekimimizi de yaptık, kübik evlerine de göz kırptık, 1912’de kurulmuş ve eski bir banka binasının ev sahipliği yaptığı Hollanda’nın en büyük kitabevi Donner’ı da hızlıca gezdik. Ama Rotterdam deyince aklına ilk ne gelir dersen, zamanında dümdüz edilmiş şehrin tamamen modern binalarla yeniden inşa edilmiş ciddi görüntüsü ve kahvaltı yaptığımız yer derim.
Evet, yine yemek. Sed’imiz buradaki gezimizde de navigasyonu aratmayan yön duygusu ve başarılı seçimleriyle on puan beş yıldızlı bir performans sergiledi. De Bakkerswinkel ortamıyla ve sunumuyla Hollanda’daki yaygın “hipster” ruhundan ödün vermemiş bir mekân. “Aa! Mutlaka gidin!” kıvamında olmasa da gayet güzel, tavsiye edilesi bir yer. Bunu da kenara not düştükten sonra gelelim sanata, sanatçıya, müzelere…
Öncelikle, siz siz olun Anne Frank’ın Evi müzesine gidecekseniz biletinizi gelmeden önce internetten alıp hazır edin. Ya da birkaç gün buralardaysanız yine internet sitesinden takip edip boşluk kovalayın. Biz ayarlamadığımız için müze listemiz ikisiyle sınırlı kaldı: 1) Van Gogh 2) Rijkmuseum.
Zaten Rijk için günlerinizi ayırsanız da yetmeyeceği için çıtayı baştan yüksek tutmayıp burayı son güne, dönüş yolculuğundan birkaç saat öncesine bıraktık. Rembrandt ve Vermeer’in tabloları ve Hollanda’nın altın çağına ait sayılı eserle mutlu olmayı bildik. Aferin bize. Ama kütüphanesi dahil bir o kadarı daha sonraki Amsterdam ziyaretlerinde mutlaka uğranıp gezilesi. Bu seferki ziyaretin başrolünde Rembrandt’ın “Nightwatch” tablosu ve İnci Küpeli Kız eseriyle nam salmış Vermeer’in “Sütçü Kız” (The Milkmaid) tablosu vardı. Rijk’ın zenginliğinin cazibesi bir yana çoğunu gezemememiş olmanın ukdesi bir gün önceki Van Gogh müzesinde yaşanmadı. “Kesik kulak” hikâyesiyle ve özellikle birkaç popüler tablosuyla dünyaca tanınan Vincent Van Gogh’un hayatı ve eserleri konusunda bir güzel bilgileniyorsunuz ve müze âdeta sürükleyici bir biyografi kitabı kıvamında üst katlara doğru ilerliyor. Gidilip görülesi. Doğaya, tarımsal yaşama olan ilgisinin Fransa’da tanıştığı izlenimcilik akımıyla buluşmasıyla; doğanın döngüsünü yaşam ve ölüm ilişkisiyle bağdaştırmasıyla; dine olan yaklaşımı ve genel olarak yaşamı sorgulayışıyla; kendi içinde çözemediği psikolojik sıkıntılarıyla Van Gogh’u kendisi yapan çeşitli unsurları daha yakından tanıma fırsatı buluyorsunuz.
Yemesiyle, gezmesiyle, düğünüyle, hasret gider(eme)mesiyle pek güzel bir buluşma oldu. Yine tadımlık kalan, doyulamayanlar arasında yerini aldı ve gezi yazısından ziyade ortaya bir anı yazısı çıktı. En çok da; biliyorum ki sonraki günlerde, aylarda, yıllarda dönüp okuduğumda zihnimde bu mutlu anıları daha net canlandıracak bir kaynak oldu. Dostlar iyi ki varlar; araya giren zamana, mesafelere rağmen mutlu anılarımıza ortak olmak, her koşulda bir araya gelebilmek ve aileye duyduğun yakınlıktan farksız bir sevgiyle birbirine bağlı olmak, güvenmek belki de en güzeli. Bu özel günler de bunun anımsatıcısı. Hep birlikte daha niceleri olsun…
Ardından Sed’in kahvaltı için referans olup rehberlik ettiği The Pancake Bakery de üst sıralarda. Tatlısıyla, tuzlusuyla deneyin efenim, pişman olmazsınız. Etiyopya mutfağını denemek için o an bulunduğumuz noktaya en yakın olan Walia Ibex’e oturduk. Ne kötü ne de muhteşem diyebileceğim bir deneyim oldu.
Özellikle Etiyopya’ya özgü hamurumsu lavaşımsı ekmekleri “Ingera” güzel; bu ekmek hem çatal kaşığınız hem de kümeler halinde gelen baharatlı, ekşili yiyecekleri bohçaladığınız yemeğin bir parçası. Japon mutfağı içinse bir başka yeme durağı noktası Sumo oldu. Yemek deyince ayrıntılara girmek yazarken bile çok keyifli ama burada nokta koymak hepimiz için en hayırlısı olacak sanki.
Evet, yine yemek. Sed’imiz buradaki gezimizde de navigasyonu aratmayan yön duygusu ve başarılı seçimleriyle on puan beş yıldızlı bir performans sergiledi. De Bakkerswinkel ortamıyla ve sunumuyla Hollanda’daki yaygın “hipster” ruhundan ödün vermemiş bir mekân. “Aa! Mutlaka gidin!” kıvamında olmasa da gayet güzel, tavsiye edilesi bir yer. Bunu da kenara not düştükten sonra gelelim sanata, sanatçıya, müzelere…
Zaten Rijk için günlerinizi ayırsanız da yetmeyeceği için çıtayı baştan yüksek tutmayıp burayı son güne, dönüş yolculuğundan birkaç saat öncesine bıraktık. Rembrandt ve Vermeer’in tabloları ve Hollanda’nın altın çağına ait sayılı eserle mutlu olmayı bildik. Aferin bize. Ama kütüphanesi dahil bir o kadarı daha sonraki Amsterdam ziyaretlerinde mutlaka uğranıp gezilesi. Bu seferki ziyaretin başrolünde Rembrandt’ın “Nightwatch” tablosu ve İnci Küpeli Kız eseriyle nam salmış Vermeer’in “Sütçü Kız” (The Milkmaid) tablosu vardı. Rijk’ın zenginliğinin cazibesi bir yana çoğunu gezemememiş olmanın ukdesi bir gün önceki Van Gogh müzesinde yaşanmadı. “Kesik kulak” hikâyesiyle ve özellikle birkaç popüler tablosuyla dünyaca tanınan Vincent Van Gogh’un hayatı ve eserleri konusunda bir güzel bilgileniyorsunuz ve müze âdeta sürükleyici bir biyografi kitabı kıvamında üst katlara doğru ilerliyor. Gidilip görülesi. Doğaya, tarımsal yaşama olan ilgisinin Fransa’da tanıştığı izlenimcilik akımıyla buluşmasıyla; doğanın döngüsünü yaşam ve ölüm ilişkisiyle bağdaştırmasıyla; dine olan yaklaşımı ve genel olarak yaşamı sorgulayışıyla; kendi içinde çözemediği psikolojik sıkıntılarıyla Van Gogh’u kendisi yapan çeşitli unsurları daha yakından tanıma fırsatı buluyorsunuz.