5 Temmuz 2015 Pazar

Vietri (Salerno) - 12.06.2015

Vietri sul Mare

Seramik döşeli bir İtalya kasabası...


'Denizin üstündeki Vietri' anlamına gelen Vietri sul Mare yerine Vietri diye bahsedeceğiz "Amalfi'nin ilk incisi"nden. Uzatmaya gerek yok. 



Dileyen, Salerno limanına 40 dk uzaklıkta bulunan; ve Vezüv Yanardağı'nın lavlarını kusmasından 1700 yıl sonra (18. yy'ın ortalarında) keşfedilen Pompei'yi ziyaret edebilir. 

Dileyen, limandan birkaç dakika uzaklıktaki şehir merkezine gider. Mağaza gezer, ara sokaklarına dalar; dolaşır.

Dileyense Amalfi kasabasına gidip o meşhur, uzun merdivenli St. Andrea Katedrali'ne uğrayıp İstanbul'dan getirilen bronz kapısı önünde foto çekinebilir; civarında tekne turu yapabilir...

   Yukarıdaki seçeneklerden Salerno şehir gezintisini saymazsak; diğer ikisini, 2004 yılında Socrates projesi kapsamında lisemizden küçük bir grupla gerçekleştirdiğimiz bir haftalık okul gezimizde ziyadesiyle gezip görmüştüm. Dolayısıyla kısıtlı vaktimizde yeni bir yer görmek işime gelir. Kuzen de seramik sanatçısı olunca karar verildi. İlk hedefimiz VİETRİ! İleri! 

   Limandan 20 dakikalık bir otobüs yolculuğuyla vardık Amalfi'nin ilk incisine. Sahi, niye ikidir "inci" diyorum buraya?
Aslında Vietrililerin tabiri bu. Amalfi kıyısı, doğudaki Vietri'den batıdaki Positano'ya kadar uzanan 40 km'lik bir şerit olduğundan; ve doğu yaka başlangıcı simgelediğinden (ya da Vietrililerin işine öyle geldiğinden) mütevellit "ilk inci" olup çıkıvermiş bu minnacık kasaba.

seramik döşeli bir seramik fabrikası
Ama siz inci kısmına fazla takılmayın zira Vietri deyince "Seramik" ve "Limon" gelmeli aklınıza. Limon da limoncello'yla kucaklaşır, araya da "San Giovanni Battista Kilisesi"ni alırsa Vietri'yle ilgili kabataslak bir harita çizilmiş olur bilinçaltınıza. 

   San Giovanni Battista Kilisesi'ni aklımda nasıl tutayım? Niye tutayım? Hem bana ne canım! derseniz hakkınız var. Çünkü yarın sorsanız ben de unutacağım adını. O yüzden kubbesi seramik döşeli 300 yıllık kilise dersek daha faydalı olacak sanıyorum. 

San Giovanni Battista Kilisesi
Hani seramik döşeli kasaba demiştim ya ta en başta? Sırf kilisenin kubbesi olsa yine iyi; Vietri'nin sokaklarını sürterken nereye baksanız seramik üzerine rengârenk tasvir ve motiflerle karşılaşacaksınız çünkü. Köşe başındaki bir duvar, yol kenarındaki masa ve sandalyeler, Vietri girişteki mavi ve yeşile açılan 'pencere' önüne dizilmiş saksılar, vazolar, deniz kızı heykeli de safi seramik. Pencere dediğim aslında ağaçlar ve denizle bezeli bir manzara. Aşiyandaymışsınız gibi bakıyorsunuz Amalfi'nin geri kalanına bu muhteşem pencereden...

Vietri'nin yerel ürünleri
Ha derseniz ki pencereden bakmak yetmez denizine de girip çimeceğim, kim tutar sizi. Birkaç kilometre daha kıvrılıverin aşağı. Marina di Vietri'de serinleyin, güneşleyin; gelin. Yalnız, sakın ola bikininizle çıkmayın çarşı pazarına. Adamlar ciddi ciddi yasak koymuş, ona göre.



Sizi bilmem de biz sokaklarına ve ufacık dükkânlarına kaptırdık kendimizi. Turistliğin hakkını verip her yanını fotoğraflamadan da edemedik tabii. Ama gezmek, dolaşmak, görsellemek de bir yere kadar. Hava sıcak, yorulduk da azıcık. Oturup bi dondurma yemeyelim mi yani? A, pardon: Gelato. Mekân olarak Bar Ariston'u tavsiye edebilirim. Bir de Stracciatella + limonlu dondurmasını...


Buraya kadar gelmişken ne alalım peki? 

- Yemelik + İçmelik: Limonlu şeker (şeker dediğime bakma, arada çaktırmadan gerçek limon yemiş hissiyatı yaratıyor). Limoncello. Yerel fırınından tedarik edebileceğiniz Taralli al naspro adlı limonlu kurabiyemsi vs. 

- Hediyelik eşya: Aklınıza gelebilecek her türlü Seramik eşya. Pulcinella (Napoli kukla tiyatrosunun meşhur karakteri) motifleri, magnetleri vs. 
limonlu kurabiye

İsterseniz kavun büyüklüğündeki limonlardan da alabilirsiniz. Ama benim yaptığım gibi iki tanesine yapışıp fotoğraf çekinmek varken o yükü taşımak niye?!

Sevdik mi Vietri'yi?
Evet!

60 km uzaklıktaki Napoli tarafından çıkmışsanız yola; zamanınız varsa; ve o daracık dönemeçli yolları bize vız gelir derseniz, Vietri kucağını açmış sizi bekler.

Zaten yola kıyı şeridinin doğu yakasından çıkmışsanız, burayı es geçmek ayıp olur. 
Duymasın Amalfi'nin ilk incisi!   





3 Temmuz 2015 Cuma

Olbia (Sardinya Adası) - 11.06.2015

Sardinya mı? Sardunya mı?

Pempiş - kırmızış renkleriyle pencere önlerini süsleyen Geraniacea familyasının mis kokulu çiçeğinden bahsetmiyorum.

Ezginin Günlüğü'nün aynı adlı o güzel parçası da değil kastettiğim...

Malumu olduğu üzere, konumuz, İtalyancası Sardegna olan ve Akdeniz'in ikinci en büyük adası Sardinya. (Adının mitolojik kahraman Sardus'tan geldiği söyleniyor.) 
Biz de hangisi işimize gelirse onu söylüyoruz işte; istersek Sardinya, istersek Sardunya. O yüzden takılmayın çok. Neticede Mikonos adasına bile inatla "Mikanos" diyen bir milletiz. Bkz. önceki yazıda Sardunya demişim, şimdi de Sardinya...

Sardinya, Akdeniz'in Sicilya'dan sonraki en büyük adası. Nüfusu 1,5 milyon civarında. 
1948'den bu yana da özerk. Sardinya Özerk Bölgesi'nin merkezi Cagliari.
Kendilerini İtalyan olarak tanımlamayı tercih etmiyor buradaki abi ve ablalar. Sardunyalı onlar! O kadar! 

Olbia şehir merkezindeki geniş parktan bir kesit
Gezdiğimiz gördüğümüz yerlere geliyorum yavaştan... Ama öncesinde ilginç bir bilgi!
Çoğu kaynakta bulamazsınız, ona göre! ;) Öyle de iddialıyım.
İşin garibi, bu konuda Sardunya halkının bile kafası epey karışık... Neymiş o? Bayrak
Bu mudur yani? Evet, budur. Ama dinleyin bak, garip bir hikâyesi var...

Şimdi... Hemen aşağıda gördüğünüz, Sardinya'nın ilk bayrağı. 
Gel gör ki bayraktaki dört Mağribi abi "Ce-ee!" der gibi gözlerini bir açıp bir kapıyorlar; bir sağa bir sola bakıyorlar. Küpeyi bir takıp bir çıkarıyorlar... Nasıl yahu? 

Bir rivayete göre zamanında Sardinya'yı işgal etme emelleriyle adaya gelen dört Mağribi'nin gözleri bağlanır ve infaz edilir. Başka bir iddiaya göre 14. yy'da Aragon Krallığı Sardinya'yı idaresi altına alınca beraberinde sembolünü de getirir. Bir başka kaynak ise abilerin sola, yani İspanya'ya, bakma sebebini bu kez coğrafi açıdan Aragon Krallığı'na bağlar.   


ilk Sardinya bayrağı

Gelelim 1999'da Özerk yönetimin niçin bayrağın şeklini değiştirdiğine...
Korsika bayrağını bilir misiniz? Ha işte, oradaki abi de bizimkilerden. Buna dayanarak bir kaynak, bayrağın gözleri açık ilk versiyonunun Korsika'daki kölelerin özgürlüğüne kavuştuğunu simgelediğini iddia ediyor (komşu ada ya hani, o bakımdan). Bir başkası ise bayraktaki dört kafadarı şu şekilde dillendiriyor: "Biz neden hâlâ Aragon zamanından kalma İspanya'ya bakıyoruz ki? Aha da İtalya sağ tarafta. Bre beyler, çevirin kafaları!" 
Son sözü ise, sembolün ta 1281 yılındaki Aragon Krallığı mührüne dayandığını söyleyerek Sardinya Özerk Bölge idaresi koymuş, efenim. 
Öte yandan adanın muhtelif plajlarında satılan şemsiye & havlularda veya hediyelikçilerde hâlâ eski bayraktaki sembolü görmek mümkün. Öyle de bir tuhaf. Eldekiler çıksın diyollar zaar :P 



1999'dan beri resmi bayrağı


Sıkmadım değil mi? Sıktıysam şimdiye çoktan okumayı bırakıp gittiniz zaten. Benimkisi de soru mu yani? Olsun, biz kalanlara Olbia'ya gidiyoruz şimdi...

Sabah 08:00'de vardık limana. 14:00'e kadar buradayız.

Bizde yine bir aykırılık, yine başımıza buyruk dolaşmalar... Gemiden on adım mesafede bekleyen ücretsiz "shuttle"a atladığımız gibi şehir merkezindeyiz. Municipio durağında iner inmez şehir merkezi gezintisini sonraya bırakıp hemen bir panoramik şehir turu aldık (10€) ve çok beklemeden bindik püfür püfür kırmızı otobüsümüze, koyulduk yola.

Costa Smeralda 
Bu arada es geçmeden belirtelim; Olbia, adanın kuzey doğusunda bulunan sessiz sedasız bir yerleşim yeri. Peki Olbia dedin mi aklına ilk neresi gelecek, sayın okur? Costa Smeralda, yani bizim dilde Zümrüt Kıyısı. Ada sakinleri "azıcık aşım ağrısız başım" felsefesiyle yaşayıp giderlerken 1960'larda Kerim Ağa Han gelmiş adaya. Beraberinde lüksü, ihtişamı da getirmiş... Yani adanın bir başka meşhur kıyısı olan Porto Cervo'daki ve diğer muhtelif noktalardaki lüks villalar, tatil mekânları vs. bu amca sayesinde yüzünden.



Porto Cervo deyince ise aklınıza gelecek meşhur otel "Cala di Volpe". Fiyatını ne siz sorun ne ben söyleyim. Ama zaten The Telegraph gazetesi yazarlarından Rob Andrews'ın da dediği gibi; buraya geliyorsan ya lotodan büyük ikramiyeyi kapmışsındır, ya Rus kodamanlarından birisindir, ya da İtalya'nın meşhur zenginlerindensindir. Yok, biz zaten öyle bir bakıp geçiyorduk; kalıcı değiliz.

O yüzden yola devam (koş koş)...

Sessiz, sakin, esintili, güneşli seyrimizde bir de baktık ki iki maviliğin arasındayız. Meğer "Golfo Aranci"den (nam-ı diğer; Aranci Körfezi) geçiyormuşuz. Olbia'dan 13 km uzaklıkta mavi bir cennet de diyebiliriz burası için. Zamanında balıkçı kasabasıymış. İlk adı ise, incirinin bolluğuna binaen, "Figari"ymiş. Yani Golfo Aranci'nin yerlisi bizim topraklardan olsa yapıştırmıştı lafı: "İşte eskiden burulağ hep incirlikti!"
Cala Moresca - (derin dalış & şnorkelle seyir)

İşin güzeli bu mevkide uygun fiyatlı konaklama seçenekleri de mevcut. (Porto Cervo da neymiş!)


Biz uğrayıp yakından bakamadık ama olur da yolunuz düşerse; deniz ürünlerini hiç düşünmeden lüpleyin derim. Yerel ürünlere ve mercan takılara bakmayı da unutmayın.

Bianca - (şnorkelle seyir & rüzgâr sörfü)


Golfo Aranci'nin güzel plajları arasında şunları da kayda geçelim hemen: La Marinella; Costa Moresca; Bianca; Cala Sassari; Sos Aranzos. 

Sos Aranzos - (şnorkelle seyir)

Her şey tadında güzel demişler de biz doyamadık. Anılar yine tadımlık kaldı anlayacağınız. 

Doyumluk kılmaksa bizim elimizde. Belki bir gün şnorkeli de kapar...

Onu boşverin de, Salerno'ya gidiyormuşuz bir sonraki yazıda. E hadi o zaman!





18 Haziran 2015 Perşembe

İbiza (Balear Adaları - İspanya) - 09.06.2015

İbiza + Playa d'en Bossa

Gemide herkesin heyecanla beklediği ve limanı en uzun süre işgal ettiğimiz Balear Adası'na gelmiş bulunuyoruz. Sabah saat 09:00. Ertesi gün sabaha karşı 04:00'e kadar buradayız.


Kahvaltımızı gemide yaptıktan sonra gece 02:00'ye kadar her 10 dakikada bir limandan şehir merkezine, merkezden limana işleyen servislerden birine bindik ve doğruca mağazaların, kafelerin, Marina'nın bulunduğu bölgeye doğru yollandık.

İbiza dendiğinde "eğlence", "gece hayatı", "özgürlük adası" geliyor akla. Doğrudur. Ama ucundan tadına bakacağımız plaj, dans ve eğlence faslı akşama. Gündüz ise cayır güneş altında gölgelere sığınarak çarşısını, pazarını, sokaklarını gezme zamanı.



İbiza merkezde yat limanını geçer geçmez kocaman bir "Flower Power" yazısıyla karşılaşıyoruz köşe başındaki kafede. Gün içinde daha çok karşılaşacakmışız meğer. 1960'larda Vietnam Savaşı'nı protesto amaçlı ABD'de askeri muhafızın süngüsüne takılan çiçekle beraber doğan "Çiçeğin Gücü" mottosu geliyor hemen akıllara. Hippilerle özdeşleşen bu kavram İbiza'da marka olmuş. Adanın dünyaca ünlü gece kulüplerinden Pacha'nın motto-markası diyebiliriz.


   Ama yalnızca mekân adı olarak kalmamış, giysi markasına da dönüşmüş. Aynı, adanın bir diğer ünlü gece kulübü olan Amnesia gibi. Bir nevi Hard Rock Café yani. Konsept farklı ama pazarlama kafası aynı. 
Dolayısıyla isteyen kirazlı, renkli, desenli tişört, elbise ve aksesuarlardan alabilir memlekette giydikçe hatırlayım deyu. 

Amnesia markasının
giyim mağazası
Caddelerde, sokaklarda dikkatimi çeken iki ayrıntı: 
1# Mini şort altına bot giyen ablalar (görüntü güzel ama hava çok sıcak yahu, n'aptınız!)
2# Minyatür Pinscher cinsi köpekler. Adada bu yavrucaklara pek bir rağbet var anlaşılan. 

Güzel plajlarında denize girip güneşlenmek isteyenlerin işi zor. Zira 56 adet birbirinden güzel plajı var adanın. Turizm ofisinden haritaları edinmek ve nasıl gidileceğini öğrenmek mümkün. Otobüsle veya merkezdeki yat limanından kalkan botlarla erişilebilir bu bahsettiğim plajlara. Çarşıya en yakınlarından biri ise Talamanca plajı. Buraya botla tek yön gidiş 2.60€, gidiş-dönüş 3.70€.

O tatil sitelerindeki fotolarda görüp hayran olduğumuz beyaz, turkuaz, cam gibi suyunu neye borçlu bu meşhur ada diye sorarsanız kısacık bir genel kültür bilgisine gireceğim. Çok kısa, söz:

Adanın biyoçeşitliliği dillere destan. Kirlilik en düşük seviyelerde. Sudaki moleküller, içinde yaşayan canlılar, suyun sıcaklığı gibi bir sürü faktör var elbette bunu belirleyen. Ama asıl sebep içinde bulundurduğu sürüsüne bereket deniz eriştesi/çayırları (latince adı: posidonia oceanica). Akdeniz'de en korunmuş deniz erişteleri buradaymış, azizim. 2006 yılında İbiza'nın güneyinde bulunan ve suyun altında 8 km'lik alanı kaplayan bu çayırın belki de yeryüzünün en yaşlı canlısı olduğu tahmin ediliyor.

deniz çayırları 


Eveet... Gelelim yavaştan akşama. Akşam olmadan yine kısacık bir siesta. 

Günbatımına doğru gemide Sant Antoni turu alanlar yarım saatte limandan "Café del Mar"a varmışlardır. Adada günü müzik, tapas ve kokteyl eşliğinde batırmak isteyenlerin uğrak mekânı burası. Gitmeden araştırdığım bloglardan birinde buranın fazla kalabalık olduğunu, dilerseniz yakınındaki Mint Lounge Bar'a da teşrif edebileceğinizi okumuştum. Gideceklerin bilgisine...

Biz de yine aynı saatlerde Playa d'en Bossa'ya yollandık. Yani adanın batısına değil, güney ucuna. Gündüz denize girenler havlularını toplamış, sersem sepelek Bora-Bora Beach'in sahneli, müzikli, danslı kısmına teşrif ediyorlar. Kafalar bir milyon, herkes mutlu. Sahnedeki abi ve ablalar seksi Helen kostümleriyle kalabalığı daha da coşturmaya çalışıyorlar. (Bu arada kokain ve diğer uyuşturucu türevlerini satmaya çalışan abilere dikkat! Bizim gibi kibarca 'eyvallah' deyince bir sonraki kurban adayının yanına ilişiveriyorlar.)
Kumsalında yürüyüp ucundan bucağından eğlenceye ayak uydurduktan sonra köşe başındaki Steak N Shake'e geçtik. Sangria içmek isteyenler buraya. Fiyat uygun ama lezzeti kötü olmamakla birlikte şahane de değil. 

Sırası gelmişken, Mallorca yazısında bahsetmeyi unuttuğum İspanyol lezzetlerini burada araya sıkıştırıvereyim hemen. 

# Gazpacho (özetle bizim çoban salatanın soğuk çorba versiyonu; sıcak yaz günlerinin vazgeçilmezi.)
# Paella (tavuklu, deniz mahsullü safranlı pilav) - İspanyol ev arkadaşım Laura'nın yaptığı muhteşemdi ama lokantada denemedim.
# Zarzuela (balık çorbası)
Lubina a la sal (tuzda fırınlanmış levrek) 
# Pollo al Jerez (şaraplı tavuk)

   Yazıyı bitirmeden önce konaklama ve eğlence mekânlarıyla ilgili birkaç faydalı not düşmek gerekirse... 
Moorea Grill Restaurant

   Playa d'en Bossa'da plaja yakın hosteller, oteller bulmak mümkün. Bunlardan biri de Bora-Bora Beach'in hemen arkasındaki Bora-Bora Apartments
Plajın hemen paralelindeki cadde boylu boyunca lokanta, disko ve publarla dolu. 
Moorea Grill Restaurant hoş bir yere benziyordu. Fiyatlar da fena sayılmaz. 
Öte yandan XOYO var. Gündüz kahvaltı ve brunch mekânı; akşam diskoya dönüşüyor. 

önemli bilgi: Gece kulüpleri için o kadar ünlü vs. dedim ama "bir arkadaşa bakıp çıkacağım" muhabbeti burada sökmüyor, arkadaşlar. Az önce saydığım Pacha, Amnesia, Ushuaia gibi mekânların giriş ücretleri kaldırımdaki listelerde teşhir ediliyor. Ayak bastı parasını verdikten sonra beğendiğine gir, eğlen, coş. 


Eğlencenin 24 saat devam ettiği, gecenin gündüze karıştığı adada ertesi sabah erken kalkacağımızı da hesaba katarak makul bir saatte döndük gemimize. Ama gemi sabah 04:00'te demir alacağından isteyen 03:30'a kadar devam edebilir coşmaya. 

Adios Las Islas Baleares! Sardunya adasının tadına bakalım biraz da...



  
  

Mallorca (Balear Adaları - İspanya) - 08.06.2015

Palma de Mallorca + Monacor

   Ortadaki iki "L"nin yan yana gelmesinden mütevellit "Y" diye okunan 'Mallorca', Balear adalarının en büyüğü olma ünvanını kaptırmamış kardeşi İbiza'ya bile. 
İspanya'ya bağlı bu özerk adanın resmi dili hem İspanyolca hem de Katalanca. Ama buradaki ahali kendi aralarında Fransızca ve İspanyolca'dan devşirme sözcüklerden oluşan Mallorquin (Mayorkin) dilini konuşuyorlar. Peki biz nece konuştuk? Fransızca. Nasıl yani?

   Önceki Marsilya yazısını okuyanlar varsa hatırlayacaklar, gemideki rehberli tur listesi yine kabarık. İsteyen Palma'nın güneybatısındaki Illetas kıyılarında dolaşacak katamaran turunu alıp Cala Major sahiline uzanabilir; isteyen bir buçuk saatlik otobüs yolculuğuyla Palma'nın kuzeybatısındaki Sóller'e geçip burada nostaljik bir tren yolculuğu yapabilir; isteyen yine Palma'dan yarım saatlik bir otobüs yolculuğuyla Magaluf plajına geçip 4 saat boyunca denizin ve güneşin tadını çıkarabilir. 
Öte yandan ünlü besteci Frédéric Chopin ve sevgilisi Fransız yazar George Sand'in inzivaya çekildikleri Valldemossa kasabasını ziyaret etmek de mümkün.

Catedral de Mallorca

   Peki biz n'aptık? Tamam tamam, bu kez tur aldık. Ama o da Türkçe veya İngilizce konuşan bir rehberin olmadığı, bol anlatımlı ve güzel rotalı bir tur: Cuevas del Drach - Ejderha Mağaraları
Söz konusu tura kuzen ve benim dışımda sadece gemimizdeki Fransız ve İtalyan turistler rağbet edince olan oldu ve yılların acısını çıkarırcasına Fransızca yeniden devreye girdi.
üzeri istiridye salgısıyla kaplanmayı bekleyen
opal taş
Otobüse bindiğimiz gibi sevimli İspanyol rehberimiz Rosa başladı konuşmaya. Mallorca'nın merkezi Palma'nın kruvaziyer limanına demir atan gemimizden Monacor'a yaklaşık 70 km'lik bir yol uzanıyor. Fakat ilk hedefimiz öve öve bitiremediğim mağaralar değil; inci fabrikası ve mağazası: Majorica. İspanya'nın muhtelif şehirlerinde ve dahi gemideki mücevher mağazasında da bulunan söz konusu marka midyeden çıkma ve fahiş fiyatlara satılan değil; işlenmiş opal taş üzerine gerçek istiridye salgısıyla kaplanan, incinin yandan yemişi. Onu bir açıklığa kavuşturalım baştan. Gelgelelim adamlar bunu bile nasıl allayıp pullamışlar, bir de üzerine kırmızı etiketle uluslararası garantisini kondurmuşlar. İnsan gerçekten hayret ediyor (!)
inci yapım süreci
Ne ki kuruluşu 1890'a dayanan marka II. Dünya Savaşı döneminde dünyadaki tek inci üretimi yapan firma imiş, efenim. İspanyol Kraliyet ailesinden tutun Jacqueline Kennedy'ye kadar bir sürü tanınmış simanın gerdanını, bileklerini ve kulaklarını da az süslememiş hani. 



Buralara kadar gelmişken iyi de oldu; gezdik, gördük. Ama mağaralara gidelim mi artık? Hadi, n'olur! Ne varsa mağarada? Bildiğin mağara işte. Taş, rutubet. Yok mu memleketinde mağara? Var tabii. Pek güzelinden Karain de var Damlataş da. Ama şimdi gidecek olduğumuz, dünyanın en büyük yeraltı göllerinden "Martel Gölü"nü de içinde barındırıyor. Bir de mini konserimiz var. Göldeki kayık turunu da es geçmemeli. 

Neyse otobüsün tekerleri Porto Cristo'ya yaklaşınca vardık meşhur mağaraya. Deniz aşınmasıyla oluşan mağaraların içi yaklaşık 20ºC ve nem oranı %80 civarında. Mağara içi yürüyüş parkurumuz 2 km'ye yakın. İçeriye adım atmanızla birlikte ışıklandırmaların da etkisiyle sarkıt, dikit ve sütunların envai çeşit güzellikleri insana, "Orta Dünya'da mıyım? Nire geldim ben büle?" dedirten cinsten.

Her milletten farklı tepkilerle ağzı açık ayran budalaları gibi etrafa bakıp foto çekerken belli aralıklarla yol boyunca konuşlanmış görevliler "Hadi," diyor. "Bakın az ileride Martel sizi bekler!"


Sahi niye Martel buranın adı? Fransız mağara bilimcisi E.A. Martel 1896'da malum gölü keşfedince adı kalmış geriye yadigâr. Uzunluğu 170 metre, derinliği ise 4 ila 12 metre arasında değişiyor. (Bu arada mağaranın derinliği 25 metreye kadar varıyor).
Huşu içinde ine çıka mağaranın içinde ilerlerken karanlık bir kısmına geldik çattık. Solumuzda amfimsi oturaklar, silüet hâlinde bir yığın insan ve bizim de bu insan kalabalığına katılmamız için yol gösteren görevliler... N'oluyoruz allasen?



Şimdiye dek şen ve şaşkın çocuklar gibi geziyorduk negzel. Birden havasız gelmeye başladı ortam. Herkesin oturmasını bekleyeceğiz mecburen. Derken göl birden maviş maviş ışıklandırıldı. Beraberinde üç parlak kayıkla klasik müzik dinletisi ve gösterisi başladı. Yaklaşık on dakika süren bu hoş gösterinin ardından "Göz hakkıdır," dediler. "Hadi yine iyisiniz, Martel'de 2 dakikalığına salınıverin hadi siz de." Salındık. On beşer kişilik doluştuğumuz kayıklarda sallana sallana salındık hem de...

Sözün özü; güzel miydi? Kesinlikle. Gelmişken git diyorsun yani? E, bir zahmet :) 
Tabii güzellik, zevk, eğlence; göreceli kavramlar bunlar... "Ne işim var mağarada, gölde; denize atlarım, kumda güneşlenirim. Peh," derseniz o da tercih meselesi. Saygı duymak lazım.

Dönüş yolumuzda yine kırsal bir dizi yerleşim bölgesinden geçtik. Rehberimiz üşenmeden anlatmaya devam etti. Yol üstündeki Vilafranca de Bonany köyünden geçerken buranın "Kavun Festivali" (Fira del Melo)'ne ev sahipliği yaptığını da belirtmeden geçmedi, sevgili Rosa. Düzenlenen yarışmada rekor 21,4 kg'luk bir kavuna aitmiş. Günlük hayatımızda pek işimize yaramayacak bir bilgi ama olsun.
yol üstünde saman balyalı çiçekli böcekli köylerden biri

Bu arada yılda 20 milyonu aşkın turiste (çoğu Alman) ev sahipliği yapan adada genjler tarımdan ziyade turizm sektörünü tercih ediyorlarmış. Aralarında Monacorlu Rafael Nadal gibileri de çıkmıyor değil. 

Gece 01:00'de gemi limandan ayrılmadan evvel isteyen buranın meşhur SON AMAR şovuna da katılabilir. Ama biz gündüz yorgunluğunu gidermek için biraz gecikmeli siesta yapıp akşamki gemi eğlencelerine katılmaya karar verdik. Bu akşamki giysi teması beyaz. Zira havuz başında beyaz parti var. Haydi o zaman bachataya... Yarın kardeş ada kollarını açmış bizi bekler: Ibiza! Arriba riba riba!

*Gemiyle ilgili ek bilgi: Akşam eğlence aktivite seçenekleri bol. Odalara bırakılan günlük gazetelerde de saat kaçta nerede hangi aktivitenin olduğunu görmek mümkün. Örneğin dinlendirici müzik eşliğinde dans mı etmek istiyorsunuz? Bar del Duomo'daki canlı müzik tam size göre. Yahut, 60'lar, rock - Pink Floyd'dan istek parça serbest - ise tercihiniz, Armonia Lounge'daki Trio Supernova'ya koşun. Country + Pop isteyenler, White Lion Pub'a, Luca'nın yanına. Gece 00.00'da başlayan disko müzikleri için Starlight Disco. dum tıs dum tıs


16 Haziran 2015 Salı

Marsilya (Fransa) - 07.06.2015

Marsilya


   Marsilya'ya varışımız öğlen 12:00. Akşam 18:00'de gemi tekrar demir alana dek yeterince vaktimiz var sayılır. Sayılır diyorum zira gemi 18:00'de hareket edecekse bizim en geç 17:30'da suyun üzerinde olmamız gerekiyor. Kurallar katı. 
   Peki n'apacağız Fransa'nın güneydoğu ucu ve Provence-Alpes-Cote d’Azur bölgesinin başkenti olan bu liman kentinde? 

Gemiyle Marsilya Kruvaziyer Limanı'na yanaşırken uzaktan göz kırpan tren yolu
   Önceki gün rehberimizin dağıttığı tur programında seçenek bol. Farklı kod numaralarıyla listelenmiş "Aix-en-Provence" turu; "Cassis" turu (otobüs ve tren transferli eski bir balıkçı kasabası); Marsilya şehir turu; ve Fransa'nın güneyindeki Camargue bölgesinin tarihi şehri Arles turu (Vincent Van Gogh'un burada yaşadığı bir yıl boyunca 300'ü aşkın eserine ilham kaynağı olmuş. Yaa!) da bunlar arasında. 

"Eh, turları saydın da hangisine gittin?" diye soracak olursanız, pişkin pişkin, "Hiçbiri," diyeceğim. 
Niye mi?

1- Marsilya'ya ilk gelişim. Şehri gezip görmeden civarını gezme fikri kafama yatmadı.
2- Hem Aix-en-Provence'ı hem de şehri gez işte, deseniz zaman yok (gemi seyahatinin tek eksisi).
3- Ve Four des Navettes! (Hönk? O da nesi? Buna birazdan döneceğim. Sakin.)


Diyorum ya, turla seyahat fikrini pek hazzetmesem de yürümeyi sevmeyen aile büyükleriyle seyahate çıkınca bir şekilde orta yolu bulmak da lazım. O zaman n'apıyoruz?

- Araştırmaları, notları icraate döküyoruz.
- Dört yıldır paslandığını düşündüğüm Fransızca'mı devreye sokuyoruz.
- Gemi içindeki "Excursion Desk"te satılan şehir merkezine gidiş-dönüş transfer servisi alıyoruz. 

(not: Rehberli turlar da oldukça bilgilendirici ve keyiflidir elbette. Ama yabancı diliniz ve araştırma merakınız varsa bahsettiğim transfer servisler çok daha hesaplı oloor. kıps.)

Şimdi gelelim gezme ve yeme faslına...

Marsilya (eski adıyla Massilia) şehir merkezinde gezecekseniz akla gelen ilk üç isim:

Le Panier ara sokaklarından biri
1# Le Panier
2# Vieux-Port (nam-ı diğer, Eski Liman)
3# La Canebière  

Notre-Dame de la Garde bazilikası da gelmişken görülesi yerlerden ama bizim anne hatun alışveriş ve gezme tozma yerlerini tercih ediyor, n'aparsınız?!

Aksi gibi günlerden Pazar. Hâliyle esnafın çoğu kepenk açmamış. Oysa limana inmeden önce Le Panier'nin ara sokaklarından geçip sabuncularını, mini mini dükkânlarını gezmek vardı hayalimde. Ama Vieux-Port'a giderken arşınladık yine de Le Panier'nin kaldırımlarını, yarı boş sokaklarını...
Tarihi binaların da bulunduğu, ucu eski limana çıkan bir semt burası.


Vieux-Port ise "U" biçimli bir liman. Denizi karşınıza, "U" şeklini önünüze aldınız mı "Rue du Panier" sağ; Hard Rock Café ve "Four des Navettes" de sol kanatta kalıyor. 

"Tutturmuş bir Four des Navettes, ne olduğunu da söylemiyor!" dediğinizi duyar gibiyim :) 

   Marsilya'nın en eski fırını  deyince aklınıza gelecek isim: Four des Navettes. Oh, siz de rahatladınız ben de. Ama yetmez. 232 yıldır aynı fırında pişen ve Marsilya'nın en büyük sırrı diye bilinen kurabiye tarifi de buraya ait. Portakal çiçeği kokulu, bir yıla kadar bozulmadan muhafaza edilebilen ince uzun atıştırmalık kurabiyelerinin yanısıra civara özgü başka özgün tatları da satın almak mümkün aynı tarihi fırından. Mesela?

Marseillotes
Calissons
1. Marseillotes - ballı, portakallı, anasonlu ve çikolata kaplamalı şekerleme
2. Calissons - tepesi şeker hamuru, kendisi badem ezmesi bir tatlış
3. Vin Cuit de Provence - tatlıların, kaz ciğerinin ve rokfor peynirinin beraberinde hüpletilmesi tavsiye edilen pişmiş şarap (adı üstünde - vin cuit). 


   Antalya'dan beri takmışım bu minik ve tarihi fırını göreceğim diye. Eh, içimdeki çocuğun sesini kısamadığımdan internet sitesinde önceden araştırdığım güzel ambalajlı (bildiğimiz teneke kutu ama olsun) çeşit çeşit şekerlemelerinden de almayı koymuşum kafaya. Annemi ve teyzemi limanın yakınlarında dondurmalarıyla birlikte dinlenme moduna aldıktan sonra kuzenle tuttuk Four des Navette'in yolunu. Haritadan baktığım ve sorduğum kadarıyla takribi biliyorum yerini ama garanticiyiz ya yolda giderken bir iki kişiye daha sordum. Hard Rock Café'yi geçip ileriden limanın üst paralelindeki sokağa sapmamız gerekiyor. Saptık da, ama in cin top oynuyor burada. Dar bir sokak, eski liman manzaralı, iyi hoş da ne bir hareket ne de four des navettes! Neyse tam yanlış geldiğimize ikna olmuştum ki karşıda orta yaşlı bir çift geliyor. Bir de onlara sorayım hadi oldu olacak dedim. Meğer kadın da oraya gidiyormuş. Taktı bizi peşine, devam ettik. (Meğer doğru yoldaymışız). Kısacık yolumuzda iki lafın belini de kırdık. Ayaküstü memleketimizi övdüm. Fırından ne alalım deyu tavsiyeler aldım. Derken adımlar yavaşladı. Sessizlik. Şaşkınlık. Bugün Pazar be yavrum. Konduramadın ama kapalı işte o görmeyi çok istediğin F. d. Navettes!!! Nerede hani evrene pozitif mesaj göndermeceler, bir şeyi çok istersen olur zırvaları. Olmuyormuş işte.

Four des Navettes
Marsilyalı olmamasına rağmen yıllardır burada yaşadığını söyleyen sevimli hatunumuz da şaşırdı bu duruma. Uzun lafın kısası o kadar merak ettiğim ve tatmadan büyük bir güvenle övdüğüm kurabiyeler, şekerlemeler nanay!
Siz siz olun, Marsilya'ya giderseniz buraya mutlaka uğrayın. Benim yerime de tadın, tattırın. Ben de bir dahaki sefere artık ;)

Üzgün üzgün dönerken buradaki güzel ara sokakları ve denize uzanan merdivenlerini de görsele kaydedelim dedik. Yolda giderken de "Les Petits Trains de Marseille"e denk geldik. Yani Marsilya'nın Turistik Mini Trenleri. Keşke baştan denk gelseydik. Annecikleri de bindirip güzel bir şehir turu yapardık. Eski Liman ve Notre Dame de la Garde Bazilikası arasında cüzi bir fiyata panoramik tur yapmak mümkün bu sevimli mavi-beyaz trenlerle.

Notre Dame de la Garde'a giderken
Sırada La Canebière var. Tarihi 1600'lü yıllara dayanan 1 km uzunluğunda, eski liman bağlantılı bir cadde. Ama caddenin limana bağlantısı 1930'lardan sonra gerçekleşmiş. Şimdilerde mağazalara, müzelere, kafelere ev sahipliği yapan meşhur cadde, Paris'in Champs-Elysées'sine denk gösteriliyor. Zamanında az badireler atlatmamış. 1934'te Yugoslavya Kralı'nın burada düzenlenen bir saldırıda hayatını kaybetmesi de buna örnek.
sabun ve hediyelik
mağazaları
Bir de etimolojik bilgi: Canabis ve Canebière'in sözcük yapısı aynı köke dayanıyor: kenevir/esrar.

Aklıma gelmişken bir de önemli uyarı... Marsilya'nın güzelliklerinden bahsettik ama burada çantalarınıza dikkat etmenizde fayda var. Kuzey Afrika'ya yakınlığı bakımından da çok göç almış bir yer. Akşamları ara sokaklarında dolaşıp kendinize macera aramayın derim.

LaFayette AVM'sinin yakınında bizi bekleyen servis aracımıza dönerken "U" şekilli limanın tam ortasındaki üstü aynalı meydanda foto çekinmeden olmaz dedik. Burada objektifi tepeye doğrultup "şakırt" yapmayanı dövüyollarmış zati (!)

metro istasyonunun yanındaki aynalı meydan

   Buraya gelir de yöreye özgü bir şeyler yemek isterseniz ise akla gelen ilk şey "Bouillebaisse". Bizim dilde bir tür balık çorbası. Ama çorba öncesinde aïoli sos ve kruton. Nerede yemeli?
Chez Fonfon; Le Miramer; La Cantine; ve L'Epuisette, seçenekler arasında.

Yok ben o kadar aç değilim atıştırmalık bir şeyler olsun derseniz de, Chichi-Fregi (İspanyolların Churro'suna benzer bir tatlı); Marronglacé (bildiğimiz kestane şekeri)'yi afiyetle mideye götürebilirsiniz.


   Bir dahakine Marsilya'ya 25 km uzaklıktaki Aix-En-Provence'a gidip lavanta tarlalarını fotoğraflayıp Cour Mirabeau'yu gezmek de lazım. Cézanne müzesini de. Ressamın "İtalyan Genç Kız" adlı 1896 yapımı tablosu Yalova'ya kadar gelmiş, iadei ziyaret etmemek olmaz. Şaka bir yana, Yalova'da yakalanan kaçakçıların elindeki tablonun 150 ila 200 milyon dolar olduğu tahmin ediliyor.
Nereden nereye. Konuyu daha fazla saptırmadan Marsilya sayfasını kapatıyorum. Sonraki yazıda Mallorca (Mayorka) bizi bekler. Ve tabii ki "Cuevas del Drach" (Ejderha Mağaraları)...