2 Mayıs 2010 Pazar

Amsterdam - "Queen's Day"



Kuzenimle bu sefer de 29.04.2010'da akşama doğru Amsterdam'a gitmek üzere yola koyulduk. Oldukça yoğun bir gündü aslında: Öncesinde 1,5 saatliğine AB Parlamentosun'a ziyarete de gittim bir grup Erasmus öğrencisiyle. Burada 1 saat boyunca AB hakkında sunum eşliğinde genel bir özet geçildikten sonra oturumalrın gerçekleştiği salona geçtik burada ise beni asıl ilgilendiren konu yani, çevirmen kabinleri ve çeviri sisteminin nasıl işlediği hakkında bilgi edinip fotoğraf çekindik.

İşte bu koşuşturmanın ardından tam trene yetişelim derken, nasıl başardığımı sormayın telefonun pin kodunu bloke ettim ve tabii ki doğru eve koşturduk tren garına gideceğimize.. Derken artık Amsterdam trenindeydik ve önümüzde daha 3 saat vardı. Bu arada başlıkta da belirttiğim gibi, buraya bu tarihten gelmemizin nedenlerinden biri kuzenimin önceki haftaki volkan patlaması nedeniyle uçağının ertelenmesi ve 29 Nisan tarihinde başlayan ve 30 Nisan'da da gün boyu devam eden "Queensday", nam-ı diğer "Kraliçenin doğum günü" kutlamalarını görmek istememiz!
Ne var ki couchsurfing ve diğer konaklama alternatiflerimizden olumlu yanıt alamayınca biz de geceyi bir şekilde dışarıda geçirmeye karar vermiştik ama bizi neyin beklediğini bilmiyorduk tabii Amsterdam'a gittiğimizde!

Tren boyunca hava o kadar sıcaktı ki... İçerideki kalabalıktan kaynaklanan havasızlık da ona keza! Neyse vardık Amsterdam'a sonunda! Varışımız saat 9'u bulmuş, hava da haliyle kararmıştı. "Hadi gezelim o zaman" deyip yola koyulduk. Zaten tren garından çıkar çıkmaz şehrin içindesiniz, ulaşım bakımından sorun yaşamamamız ayrı bir şanstı, eklemeden geçmeyeyim :)

Biz vardığımızda kutlamalar başlamıştı. Her sokakta ayrı bir müzik, eğlence, konser, kafası güzel insanlar topluluğu! Ve tabii herkes turuncular içinde. Hemen belirteyim, Queensday'de herkesin üzerinde mutlaka turuncu bir şeyler olmalı. (Tabii biz istisnaydık:)) Hatta çoğu kişi neredeyse baştan aşağı turuncuydu diyebilirim.
İlk vardığımızda hava güzeldi ancak birkaç saat sonra yağmur başladı! Neyse ki kuzenim hazırlıklıydı da şemsiyemiz vardı. Gelgelelim bu sefer de yağmurun ardından hava iyice soğudu. Doğruca Burger King'e girdik. Biraz dinlenip kuruduktan ve ısındıktan sonra dolaşmaya devam ettik. Barlar ve fast food restoranları dışında mağazalar ve her yer kapalıydı. Ancak sokaklar hınca hınç doluydu. "Turunculu insanlar" her yerdeydi!

Saat gece 2'yi gösterince biz de yorulduğumuzu fark ettik. Hava soğuk ve etraf coşkulu insanlarla dolu olmasına rağmen bizim tek istediğimiz ısınacak bir yer bulup dinlenmekti. Doğruca başka bir Burger King'e girdik. (bu arada Burger K. gördüğüm için çok mutluydum; zira Brüksel'de bir tane bile bulunmamakta :()
Ve inanılmaz ama gerçek: Geceyi burada geçirdik. Ben ancak 25 dk. uyurken kuzen hiç uyumadı ve düşünün ertesi güne bu şekilde devam ettik.
Bu arada gecenin sonunda o çok sevdiğim patates kokusu artık midemi bulandırmaya başlamıştı.
Dışarı çıktığımızda hava tabii ki çok soğuktu. Üzerimiz ise bu havayı kaldıracak kadar kalın değildi maalesef. Ama başka seçeneğimiz yoktu ne yapalım... Sabah ilk açılan pastaneden hemen güzel bir çörek aldıktan sonra tren garına gidip dönüş saatlerine bakmaya karar verdik.
Gara gittiğimizde ise ne görelim! Bizim gibi çoğunun Erasmus öğrencisi olduğunu tahmin ettiğim bir yığın insan burada sabahlamış ve çoğu da uyuyordu. Bu arada saat sabah 6 civarı. Buradakilerin çoğu da Burger King'den aşina olduğumuz simalar :))

Neyse bir süre sonra gardaki görevliler herkesi teker teker uyandırdı. Uyananların bir kısmı yerlerde iskambil oynarken bir kısmı da ortalarda dans ediyordu. Altını çiziyorum, kimse dışarı çıkmaya cesaret edemiyor henüz, zira hava "buzz" gibi!
Kuzen de uyumaya yeltenenler arasındaydı ki görevliler onu da hemen kaldırmış ! :)
Neyse, gar da yeterince sıcak değildi zaten. Tam garın içindeki Starbucks'ın önünden geçerken bir sıcak hava dalgası hissettik, bir de ne görelim; insanlar akıllı, Starbucks'ta uyumaya devam ediyorlar çünkü içerisi sıcacık ve buram buram kahve kokuyor! Hadi biz de ısınalım dedik. Uykusuzuz ama buradaki insanları inceleyince keyfimiz yerine geldi. İnsanlar kafalarını yukarıda tutamaz hale gelmişler. Dayanamayanlar Starbucks'ın zeminine yığılmış zaten. :)) Allahtan burada çalışanlar bir huysuzluk çıkarmadılar da ısınabildik. Çıkarsalar da hakları var yani, bildiğin işgal etmişiz Starbucks'ı !
Neyse saat 9 gibi gardan çıkmaya karar verdik. Çıktık çıkmasına ama hava hâlâ çok soğuk!
Sokaklar biraz daha dolmuş ama geceden kalma insanlar henüz uyanamamış belli ki. Ama çok geçmeden sokaklar yeniden turunculu insanlarla bezendi. Hem de soğuk ve karanlık havaya rağmen! Takdir edilesi...
Bu arada o kadar gidip fotoğraf çektirmek istediğim "I Amsterdam" yazısı, şenlik kapsamındaki konser alanının kapatılması dolayısıyla kullanılmaz haldeydi. :(
Ardından Amsterdam merkezde gidilebilecek bilimum yerleri ziyaret ettikten sonra pilimiz bitince kararlaştırdığımız saatten daha erken bir saatte dönmeye karar verdik. Öğleden sonra iki gibi tren garındaydık. Onca yorgunluğa rağmen yine de dönüş yolunda Rotterdam ya da Utrecht 'e uğramak vardı aklımızda. Tabii o dakikalarda bizi neyin beklediğinden habersizdik.
Normal şartlarda zaten Amsterdam Gare Centrale'den trene binmemiz gerekirken, Queensday yüzünden havaalanına (Schipol) giden trene binip aktarma yapmamız gerekiyordu. Bunun üzerine trene bindik ve kalkmasını beklerken uyuyakalmışız ikimiz de trende! Uyandığımızda yarım saat geçmişti ve çoktan kalkması gereken tren hala durduğu yerde duruyordu. Sonra anons yapılmasın mı iptal diye. Hem de neden?? Birkaç zibidi kendilerini tren yolun atmış efendim, polis bu arkadaşları tren yolundan çıkarmaya uğraşıyormuş ve dolayısıyla tren seferi iptal olmuş! E peki ne yapacağız? İki metro aktarmasının ardından başka bir trene bineceğimiz Schipol'e gidecek ve sonra Brüksel istikametinde yola devam edeceğiz! Olaya bakın!
Neyse bizim gibi birkaç kişiyle yola koyulduk. Her yer o kadar kalbalık ki, anlatmak mümkün değil, yaşanması gerek!
Beraberimizde iki kişiyle metronun yolunu tuttuk. İşin garibi, kendimizi şanslı saymalıydık; çünkü diğer iki kişinin uçağa yetişmeleri gerekiyordu, biz ise Brüksel trenine istediğimiz saatte atlayabilirdik. Hele biri, elinde bir valiz, bir çanta... Meğer, teee volkan patlamasından beri buradaymış zavallı adamcağız :(
Neyse bir şekidle vardık trenimize ama gelin bir bize sorun! Eve gelir gelmez yorgunluktan bitap düşmüştük ama çektiğimiz tüm rezilliğe ve soğuk havaya rağmen Queen's Day güzel miydi? He valla, güzeldi.
İşin komiği, akıllanmadık. Ertesi gün de Mechelen ve Antwerpen'e gidecektik!!

Leuven



27 Mayıs Salı günü, İtalya-Bologna'da Erasmus yapan kuzenim geldi Brüksel'e. Önce onu Brüksel'de biraz gezdirdikten sonra benim de ilk defa görecek olduğum Leuven'e gittik. Leuven küçük ve capcanlı bir öğrenci kenti. Flaman bölgesinde bulunuyor ve duyduğumuza göre her yıl 5000 yabancı öğrenciyi ağırlıyormuş bu güzel, sevimli Belçika kenti. Gittiğimizde hava da çok güzeldi. Avrupa'nın en uzun bar sokağı da burada yer alıyor.

Hava da güzel olunca yabii tüm öğrenciler buraya akın etmiş. Bar sokağı adeta defile podyumu olmuş, cafeleri ise tabii ki yine buranın nüfusunun büyük bir kısmını oluşturan öğrenciler doldurmuş.

Biz de molamızı bu güzel cafelerden birinde vermeye karar verdik. Dinlendikten sonra ise civarda gezmeye devam ettik...
Biraz daha gezip dolaştıktan sonra hala hava güzel olunca yiyeceklerimizi alıp yine bu meşhur sokağın merdivenli kısmına konuşlandık bu sefer :)
Velhasıl bu şehre dair diyeceğim her şey oldukça olumlu. Güzel, cıvıl cıvıl bir flaman şehri..
Gidilesi, görülesi yerler listesinde bulunmakta kendileri :))

25 Nisan 2010 Pazar

Mutluluk..



Bir ilk daha.. ama bu seferki gezelim-görelim tadında bir ilk değil! Önceki gün bir arkadaşımın tavsiyesi üzerine Brüksel merkezli bir haber portalına başvuruda bulunmuştum. Başvurum kabul olmuştu ve dün, genel yayın müdürü bana iki kaynak metnin çeviri özetini yapmam için mail atmıştı. Metin çevirilerini gece 3 gibi bitirdim ve sabah aldığım e-posta her şeye değdi: uykusuzluk, stres; hepsine.
İlk işin verdiği heyecanla çevirimin ve metin formatının benden istendiği gibi olup olmadığı konusunda emin olamazken, sabah genel yayın müdüründen tebrik maili aldım, ilk kez bir çevirim "resmi bir haber portalında" yayınlandı. Ne mutlu, öylesine heyecanlandım ki hemen burada paylaşmak istedim. Belki başkası için önemsizdir ama benim için kocaman bir heyecan. :)) Hep böyle güzel ilklere...

13 Mart 2010 Cumartesi

"Anvers"



Gün itibariyle Belçika'nın bir başka şehri olan Anvers'i (Brüksel'den sonra 2. en büyük)de gidilecekler listemden silmiş bulunuyorum. ULB-Express'in güzel bir organizasyonuydu diyebiliriz. En azından iki saat tren bileti alacağız diye kuyrukta beklemedik. Amatör şehir rehberimiz eşliğinde bir de küçük bir Anvers turu yaptık :) Ha, tabii birkaç arkadaş, gruptan ayrılarak gittiğimiz ve 45 dk. lık zaman aralığına sıkıştırdığımız "le Musée de Diamant" var, yani "Elmas Müzesi"! Bu müzeye gitmeden dönmek olmazdı. Ne de olsa, dünyada satışa sunulan elmasların %70'i burada imal edilmekte ve şekillendirilmekteymiş... Uğramasa mıydık?



Sabah saat 9'da meşhur buluşma yerimiz "Gare Centrale" de grupla bir araya geldik. Bu da 07h45'te uyanmak anlamına geliyor.
Grup yetkilileri tarafından elimize günün programı, tren biletleri, Anvers şehir rehberi tutuşturulduktan sonra trenlerimize binip yola koyulduk.
Yaklaşık 40 dk'lık yolculuğumuzdan sonra Anvers'e vardık.
Bu arada tren istasyonda sırada beklerken Pavla adında Çek bir kızla tanıştık. Oldukça konuşkan ve sıcakkanlı bir arkadaş :) Bugünkü günübirlik gezimiz boyunca grubumuza o da iştirak etti, iyi de etti :))



Neyse efenim..Anvers'e vardık..  Buranın tren garı (Central Station) görülmeye değer. Dışarıdan gören kilise, şato zanneder. Nitekim dönüşte önümüzde durmasına rağmen haritadan aramaya çalışmamızın nedeni de budur!
Grupla birlikte öncelikle meşhur ressam "Rubens"in, şu an müze haline getirilmiş olan ve zamanında evi ve atölyesi olan binayı ziyaret ettik. Her yerde Rubens'in kendi eserleri (devasa, orta ölçekte ve küçük tablolar, heykeller...) sergilenmekte.
Özellikle binanın ev kısmına geçince, aslında burada hala yaşayanlar varmış gibi hissediyorsunuz. Mutfaktan tutun, çocuk yatak odasına kadar...




Buradan çıkıp, saat 2'ye kadar bize tanınan serbest zamanın ardından buluşacağımız Grand Place'a geldik.


Yerimizi öğrendikten sonra 2 saatlik boş vaktimizde tabii ki bir şeyler yiyecektik; dolayısıyla hemen restoran arayışına koyulduk. Her yerde İtalyan Pizzacısı. Mecburen birine girdik. İyi de yaptık :)) Zaten gruptaki arkadaşlardan biri italyandı, garsonla kısa bir konuşma yaptıktan sonra, öğrencilere %20 indirim olduğunu da öğrenince doğru içeri "zıpladık"!!! :D
11 kişiydik toplamda, 3 margarita + 3 jambonlumuzu söyledikten sonra hepsini afiyetle midelere indirdik.. Muhabbet öyle uzamış ki, garsonların gidelim diye gözümüzün içine baktığını biraz geç fark ettik.



Haydi, buradan çıkalım nereye gidelim... Sıcak bir şeyler içmeye?
Hava soğuk, ne yapalım! Dışarıda duramıyoruz...
"Chocolat chaud" larımızı yudumlarken bir de baktık ki grup buluşmuş ve yola koyulmuş bile! Hurra, grubu yakala...
Buradan grupla beraber dünyanın 4. büyük, avrupa nın ise 2. büyük limanı olan Antwerp limanınına geçtik. Burada bir şatodan girip denize nazır fotolarımızı da çekindikten sonra yolumuza devam.


Şehri yürüyerek epey bir turladıktan sonra geldik mi yine büyük meydana! Eee, hani Anvers'in birasını tadacaktık. Ben de üretildiği yere gideceğimizi sanmıştım ki gele gele bir restorana geldik! Burada 25 cent ödeyerek (geri kalanını grup yetkilileri halletmiş) Frambuazlı biralarımızı hüplettikten sonra saat 16.30 olmuştu bile. Gelmişken, daha önce de belirttiğim gibi, "Elmas Müzesi" ne uğramadan olmazdı.





Bir eşi Bill Clinton'da bulunan, tamamı elmaslardan yapılmış; kırmızı, mavi ve beyaz taşlarla bezeli ve üzerinde büyük "A" harfi bulunan broş unutulmazlardandı. "A" ise, Anvers ile Amerika arasındaki dostluğun simgesi imiş!

Neyse, gün sona ermiştir, herkes evine...
Adios!! (etrafımda o kadar ispanyol var ki, franszcamı geliştrmek yerine ispanyolca öğreneceğim...)

7 Mart 2010 Pazar

"Museum Night Fever"



Bu yazımın başlığı, bu gece katıldığımız etkinlikten geliyor. Brüksel Güzel Sanatlar merkezinin (BOZAR) düzenlediği bu ilginç organizasyonun bu yıl üçüncü yaş günüymüş. Biz de buralara kadar gelmişken kaçırmak istemedik ve bir hafta öncesinden biletini alıp bu geceyi beklemeye koyulduk.
Ve o gün geldi çattı, ev arkadaşlarımdan birini de gelmeye razı ettikten sonra birkaç kişi koyulduk yola.
"Nedir bu 'Museum Night Fever'?" Akşam 19'da başlayıp gece 1'de tamamlanacak olan 20 müze turunun akabinde 1'den sabah 3'e kadar BOZAR'da devam edecek bir partiden ibaret hoş ve ilginç bir organizasyon. Bu arada bu 20 müzenin 20'si de malum aynı yerde bulunmadığından "shuttle" larla ulaşım sağlandı: Sarı, Kırmızı, Yeşil olmak üzere 3 ayrı otobüs hattı yalnız bu etkinliğin hizmetine sunulmuştu. Ulaşım ücretsiz ancak bir şart var! 8 euro ya aldığımız biletler aslında kağıttan bir bileklik, hem ulaşımda hem de müzelere girişlerde göstermeniz yeterli. Ama şu da gayet aşikar ki 20 müzeyi 6 saatte gezmek pek olası değil, en iyi ihtimal her birine göz ucuyla bakıp bir diğerine koşturmanız gerekecektir ki, biz bu gece onu dahi başaramadık!
İlk durağımız 1 numarada yer alan, sarı otobüs hattı dahilindeki "Endüstri Müzesi"ydi. Bazı tiyatral ve görsel aktivitelerle müzenin ön avlusunu daha şirin ve interaktif bir hale getirmişler. Sırtlarında iğnelerle ve beyaz kostümleriyle garip hareketler ve ses efektleriyle adeta bir tiyatro gösterisi sergileyen gençlerin yanısıra dışarıdaki avluda kızgın ateşte demir döven ustalar da görülmeye değerdi.



İçerdeyse eski zamanlara ait makineler bulunmakta. Bunlardan birkaçı: matbaa makinası, çikolata imalatı makinesi olarak sayılabilir. Farklı renk ve şekillerde şık ve egzantirik sobalar, dantel gibi işlenmiş radyatörler, daktiloları da bulmak mümkündü bu müzede. Geçelim ikincisine... Diğer durağımız ise "Hotel de Ville" müzesi. Burası 3 katlı bir bina ve ilk iki katta, vitrinlerin arkasına gizlenmiş fincanlar, ev eşyaları; heykeller, Brüksel tarihini dönem dönem sergileyen maket şehir planı vs. bulunurken bizi en çok eğlendiren 3. kat oldu! Zira burada, ortaya yığınla bırakılmış farklı abidik gubidik kostümleri giyip, aksesuarları ve perukları takıp takıştırıp fotoğraf çektirme imkanımız oldu. Fotoğraflarıysa biz çekmiyoruz bu arada! İki fotoğrafçı hali hazırda bizi bekliyormuş! Pozlarımızı verdikten sonra fotoğrafta bizi tespit edecekleri ögeleri belirttikten sonra mail adreslerimizi de eklemeyi unutmadık; şimdi fotoğraflarımızın bize ulaşması bekleyeceğiz ama pek umutlu değilim.
Buradan Manneken-Piss'in meşhur kültürel, yöresel kostümlerinin sergilendiği küçük salona...


Üçüncü durağımız "Yahudi Müzesi"ydi.



Sonra ver elini "Enstrüman Müzesi". Ama ne mümkün! Kuyruk sokağın başına kadar uzanıyor!  E, ne yapalım... Haydi "Çizgi Roman" müzesine gidelim, olmadı oradan dönüp tekrar bakarız kuyruk azaldıysa gireriz...
Derken, "Çizgi Roman" müzesinde bulduk kendimizi!





Güzeldi ama diğer müzeler için de geçerli olan burada fazlasıyla elzem! Yani sadece bu müzeyi gezmek için 1 gün yeter mi bilmiyorum... Çok büyük olduğundan değil ama o kadar çok çizgi roman var ki, insanın okumadan geçesi gelmiyor.






Burayı da bir güzel gezip ara ara fotoğrafladıktan sonra önceden planladığımız gibi merkeze dönmeyip ev arkadaşım Laura ve ben eve yollanmaya karar verdik. Saat 12'yi geçiyordu. Müze çılgınlığı sonrası partiyi bekleyenler için belki gece daha yeni başlıyordu ama bende pil bitti.
Gel gör ki şu an bu yorgunluğun üstüne bloguma yazmayı ihmal etmiyorum.
Soğuktu, yorucuydu ama güzeldi bea!

6 Mart 2010 Cumartesi

Ev halkı...



Şu ana kadar kaldığım yeri ve buradaki insanları anlatmaya fırsat bulamadım. Hayatımın 5 ayını Brüksel'in merkezinde, Komisyon ve Parlamento'nun yakınlarında şirin ve eski bir evde geçirmek de varmış kaderde. Burayı sahiden sevdim; evi, ev arkadaşlarımı, odamı... Kısaca her şeyiyle sevdim burayı (Brüksel'in gri ve buz gibi havası dışında. Kaldığım ev, ev arkadaşlarım, odam... Sanki yıllardır burada yaşıyormuşum gibi.
Ama daha da güzeli ne? Buradaki farklı kültürden, farklı hikayeleri olan insanlarla bir arada yaşıyorsun, onlarla muhabbet ediyorsun... Farkında olmadan hayatının en önemli deneyimlerinden birini yaşıyorsun aslında. Sonra durup düşündüğünde ve şu an benim yaptığım gibi yaşadıklarını yazıya döktüğünde farkına varıyorsun.
Önceki gün bunun en güzel örneklerinden birini daha yaşadım: Normalde her ne kadar evde 6 kişi yaşasak da (ev sahibiyle beraber 7), herkesin aynı anda beraber oturup muhabbet etmesi pek mümkün olmuyor. Ancak eve yeni biri taşındığında âdet olarak ev sahibimizin yemek salonunda toplanıyoruz ve her birimizin pişirip getirdiği veya aldığı yiyecek ve içeceklerle kendi aramızda küçük bir kutlama yapıyoruz. Evvelsi gün bunun ikincisini deneyimleme fırsatı buldum. İlki benim buraya taşınmamla gerçekleşmişti, bu seferkiyse geçen hafta aramıza katılan diğer iki arkadaşın şerefine yaptığımız daha geniş bir kutlamaydı. Şu an evimizde bir İspanyol, bir Fransız-İngiliz, bir İtalyan, bir Kamboçyalı, bir Bulgar ve haliyle bendeniz bulunmakta. Ha bu arada ev sahibimiz de Cezayirli. Görüldüğü gibi "multikültürel" bir ahaliyiz kendi çapımızda. Önceki günkü "hoşgeldin kutlaması"nda, her birimizin yapmış olduğu yöresel yemeklerle de bu gerçeğin altını çizmiş olduk!
İspanyol arkadaşımız "Tortilla" ve "Sangria" yı tatma şerefine erişmeme vesile olurken, italyan arkadaşımız ise yapmış olduğu "Bolognese" soslu makarna ile soframıza ayrı bir renk kattı, bu arada ev sahibimizin yapmış olduğu tavuk, buharda brokoli ve tatlı-tuzlu (armut, roka, domates, midye, elma vs. ihtiva eden salatayı da unutmamak lazım :) Ben mi ne yaptım? Kolay ve leziz salatamız: Kısır! :) Ama beğendiler hani.
İşte bu zengin ve renkli soframız, yine renkli sohbetleriyle bu kocaman ve yaşlı evi canlandırmayı layığıyla başardı diye düşünüyorum.
Bir de evin en küçüğü olarak beni sinir etme konusunda sınırları zorlamasalardı daha iyi olacaktı. Gaston mu?!
Akşam eğlencesinin ardından bulaşık faslıyla geceyi sonlandırdık ve sabahın kör karanlığında uyanmak üzere odalarımıza yollandık.
Eğlenceli, renkli, farklı bir ev bizimki! Erasmus dönemimi böyle bir evde geçirdiğim için kendimi şanslı sayıyorum. Ne mutlu...

27 Ocak 2010 Çarşamba

Yeni bir Sayfa: Erasmus

Yeni bir Sayfa: Erasmus

Batı Karadeniz gezisinin üzerinden uzun zaman geçti tabii, bense bu sırada derslerle ve Erasmus işlemleriyle haşır neşirdim.

Vize telaşı, değişim programıyla ilgili bir sürü ıvır zıvır derken işte buradayım, Belçika'dayım sonunda!
Aslında kolay olmadı. İngiltere için vize alması zor derler ama Belçika, ah sen yok musun!
Geçen hafta (18 Ocak 2010) Brüksel'e iniş yaptım ve okul başlamadan önce şehir turu + Brugge günübirlik gezisini de araya sıkıştırdım. İyi de yapmışım zira dersler pazartesi (25 Ocak) başladı ve başlayış o başlayış...





Sabah 8 de, almayı planladığımız dersler başlıyor; bu da demek oluyor ki karga kahvaltısını yapmadan uyanmalı ve sabahın kör karanlığında okula yollanmalı! Bacak kadar veletinden tutun Komisyon'da çalışanına kadar herkes aynı saatte, o zifir karanlıkta uyanıyor ve kimisi bisikletiyle, kimi koşturarak, kimi de toplu taşım araçlarını tercih ederek yetişmeleri gereken yerlere doğru yol alıyorlar. Alıyorlar dediğim, anlayın işte: ALIYORUZ!
Açıkçası bir Erasmus öğrencisi olarak ne tembellik yapmak ne de derslere gömülmek niyetindeyim, asıl niyetim, bunca zahmete girmişken Avrupa'nın tadını çıkarmak. Bakalım bunun ne derece gerçekçi bir plan olduğunu önümüzdeki günler gösterecek.
Şimdilik gidebildiğim en uzak mesafe Brugge. Çok küçük olmasının dışında oldukça da ünlü bir turistik kasaba, bilindiği gibi. Zaten Brugge'e gittiğinizde yılın hangi zamanı olduğu hiç fark etmez, etrafınızda safi turist görüyorsunuz. Masalsı güzelliği insanı mest ediyor gerçekten ama seneler boyu burayı mesken edinmek ister mi insan? Bilmem, düşünmek lazım :)




Siftahı yaptım, e devamı da gelsin artık ama değil mi!
Başka yolculuklarda görüşmek üzere...